Geçmişi ve bugünüyle Atatürk Kültür Merkezi

Tezahür
-
Aa
+
a
a
a

Tezahür'de akademisyen, mimar ve tiyatro eleştirmeni Mehmet Kerem Özel'le bir araya geliyoruz.

Atatürk Kültür Merkezi, 1977
SALT Araştırma
Geçmişi ve bugünüyle Atatürk Kültür Merkezi
 

Geçmişi ve bugünüyle Atatürk Kültür Merkezi

podcast servisi: iTunes / RSS

Gülin Dede Tekin: Tezahür’den herkese iyi akşamlar. Bu hafta uzun süredir aklımda olan bir konuyu, Atatürk Kültür Merkezi’ni konuşacağız. Çok heyecanlıyım çünkü benim için çok önemli bir konuğum var bu akşam. Hem akademisyen, mimar hem de çok sadık bir tiyatro, sanat takipçisi ve bir tiyatro eleştirmeni olan Mehmet Kerem Özel konuğum. Hoş geldin Kerem abi. 

Mehmet Kerem Özel: Merhaba Gülin.

GDT: Bu arada dinleyiciler için bir konuyu açıklamak istedim. Kerem abi aynı zamanda benim Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Mimarlık Bölümü’nde hocamdı. Dolayısıyla kendisiyle tiyatro dışında başka bir ilişkimiz de var. O yüzden ayrıca heyecanlıyım Kerem abi seni ağırlamaktan dolayı. 

Atatürk Kültür Merkezi (AKM) yeniden açıldığından beri tiyatro çevreleri içerisinde özellikle biraz dışarıda kalmış gibi hissediyorum. Çünkü bu konuda sevinebilen biri olmadım. Çevremdeki bütün tiyatro severler, tiyatrocular, oyuncular, sanatçılar çok mutlular.  Çok mutlular çünkü asla açılmayacağını düşündükleri bir sahneye kavuştular ama bendeki hissiyat özellikle mimari olarak bir döneme ait bir binanın, bir kültür mirasının, 50’lerden itibaren bir döneme ait hafızanın yok edildiği yönünde. Ve en sonunda, yeni bir bina yapıldı belki ama eşeği kaybettirip sonra buldurma durumuna kızıyorum.  Eşek zaten benimdi fikri benden gitmiyor ne yazık ki. O yüzden de hem giden AKM'nin hem de yeni gelen AKM'nin neye hizmet ettiğini konuşalım istiyorum. 

MKÖ: Evet, aslında eşeğimizi kaybettirip katır buldurdular diyebiliriz. Keşke hani eşek geri gelseydi, onun yerine bir katır geldi de diyebiliriz. 

AKM'NİN KONUMU VE ÖNEMİ

GDT: Peki önce şuradan başlayalım. Kaybettiğimiz AKM'nin kıymeti harbiyesi neydi? Neden önemliydi? Mimar ve seyirci olarak, orada bütün gençliğini geçirmiş biri olarak sormak istiyorum sana. 

MKÖ: Hepimizin, İstanbulluların, o binadan girip çıkanların hafızasıydı o bina. Dolayısıyla o anlamda önemliydi. Ben çocukluğumdan itibaren girdiğim için orayı bir tapınak gibi de görüyordum açıkçası ama mesela biliyorum ki bazı sanatçılar, özellikle mimarlar binayı mesafeli, asık suratlı, çok “devlet devlet” görüyorlardı. Tabii bir taraftan öyle. Mimarlık eğitimi aldıktan sonra onları öğreniyorsun zaten. 1950’lerin binası, uluslararası stilin bir parçası. Ama bir taraftan da mesela Hilton'u da sevmeyiz. Değil mi? O da çünkü o dönemin binasıdır. Hilton’un bulunduğu yerle ilişkili baktığımızda çok problemli bir yapı. Ama mesela eski AKM aslında bütün o asık suratlılığına, biraz mesafeli durmasına rağmen çevresiyle çok iyi ilişki kuruyordu. Yani çevresi dediğimiz de nedir? Önündeki meydanla…  Boğaza arkasını dönüyordu evet. Yukarıdaki prova odaları falan boğaz manzarasındaydı. Tamam onlar da bir şekilde problem görülebilir. Ama bir taraftan da görmeyebilirsiniz. Yani bir bale provası odası da manzarayı görsün? 

GDT: Kaldı ki bu da bir yıkım sebebi mi?

MKÖ: Taksim Meydanı gibi çok önemli bir veri var önünde. Ve onunla bence çok iyi ilişki kuruyordu. Döneminin de biraz önündeydi. Blogdaki yazımda da bahsettim. New York'taki Metropolitan Operası’ndan tut, Londra'daki Kraliyet Salonu’na ya da Almanya'daki bir sürü tiyatroya, Mies Van Der Rohe'nin Mannheim Tiyatrosu projesine kadar aslında tam o dönemin içinden çıkan bir bina. Maalesef bizim ülkemizde çoğu şey daha geç gelir ülkemize. Bu bina öyle değildi. Bu bina tam da dünyada o tür binaların yapıldığı dönemde, bence çoğunun da öncesinde ya da onlarla eş zamanlıydı. O anlamda önemliydi. Problemleri yok değildi. Yani bir kere en önemli problem aslında tasarımda değil, işletmedeydi. Bir bina, bir tiyatro binası yirmi dört saat çalışsa ne kadar güzel olur. Londra'daki National Theater gibi. Kafesi olacak, barı olacak, bir tane dükkanı olacak, içinde DVD'ler, kitaplar satılacak. Bir lokanta olacak. Öncesinde söyleşiler yapılacak. İşletme burada çok önemliydi ve maalesef Atatürk Kültür Merkezi işletilmiyordu. Gösterilerden bir saat önce açılıyor, gösteri bitince de kapısı kapatılıyordu. Esas problem oydu aslında.

Murat Tabanlıoğlu'nun 2008’de yaptığı ilk projenin de bazı kısımları aslında binayı hayata döndürmekle ilgiliydi. Şimdi döndürebilirsiniz ama, o binanın ana fonksiyonlarından biri olan bale prova salonunu yok edemezsiniz. Yani dolayısıyla daha minör değişikliklerle, daha temkinli bir şekilde yaklaşılsaydı çok daha iyi olurdu. Tabii ondan sonra iş başka şeylere dönüştü. Hem inatlaşma hem çekişme… Ve biz İstanbullular, 13 yılımızı kaybettik.

YENİ BİNA: İKLİMDEN UZAK BİR TASARIM

Şimdi açıkçası yeni binaya bakıyorum, yeni binada öyle 24 saat çalışacak gibi durmuyor. Öyle bir şey yok. Öyle donatılar konmamış. Zaten bu haliyle daha sonra da konulamaz. Yani aslında eski binanın 50’lerde tasarlanmış olmasından dolayı gelen bir handikapı bu bina da hala devam ettiriyor. Siz bu binayı isteseniz de 24 saat, hadi abarttım 24 saati ama sabah 9’dan akşam 12’ye kadar çalıştıramazsınız. Kastettiğim tabii o büyük salonun olduğu yer. Arkasına bir sürü fonksiyon koydular. Ama orası bir tür alışveriş merkezi gibi oldu. Kültür Sokağı diyorlar.

GDT: O alanın da meydanla olan ilişkisi kopuk. Asıl ön tarafın meydanla ilişkisini arttırmak gerekirken…

MKÖ: Ayrıca meydanla ilişki kuracak alan orası. Kaldı ki öbür alanlar hiçbir şeyle de ilişki kuramıyorlar, zavallılar. Yani ne boğaz manzarasıyla ilişki kurabiliyor ne çevresiyle ilişki kurabiliyor. Ne hadi çevresini geçtim (biraz gömüktür orası) orada kendi vahanı yarat. O da yok. Şu an sadece taş kaplı,  sağır yüzeyler, inanılacak gibi değil. 

GDT: Daha ilk zaten bilet gişesinde başlıyor sorun galiba. Bilet gişesinin sadece bilet satan ve binayla hiçbir ilişkisi olmayan bir yerde konumlanmasıyla… Seyircinin ilk binayla tanıştığı yer bilet kişisi. Ama sadece bilet satan ve rüzgârın içerisinde bırakılmış. 

MKÖ: Olacak iş değil gerçekten. Hiç oranın iklimini, yaşantısını düşünmemişler gibi.  Bazen şunu düşünüyorum. Acaba Murat Tabanlıoğlu hiç AKM'ye gitmedi mi? Ya da bir İstanbul Festivali için önünde bir gün, bir gece kuyrukta beklemedi mi? Ya da bir İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası konseri için cumartesi sabahı kuyruğa girmedi mi diye merak ediyorum. O kadar oranın ikliminden uzak ki tasarım. Ortalıkta bir yere, her tarafı şeffaf ve kutu şeklinde bir bilet gişesi konulmuş. Ama siz İngilizce yazacak yani iki dilli yazacak kadar da kendinizi uluslararası görüyorsunuz da. Bir bakın uluslararası salonlara. Bu biletlerin satıldığı salonlar ya da bilet gişeleri nasıl oluyor? Hiçbir gösterinin afişi bir yere konmayacak mı? Sezonluk broşürler, programlar ya da içerideki gösterinin bir kaydı olabilir. Binanın kitabı olabilir. Binanın kitabını satmak için bile o bilet gişeleri kullanılıyor. İki tane, üç tane güzel koltuk koyuyorsun. İnsanlar oturuyor. Çok insani bir şey bu. Sadece işletmeyle de ilgili değil. İnsanlar orada, dışarıda kuzeye açık bir alanda bilet satışı başladığı zaman kuyruğa girecek tabii ki. Şu anda internetten bilet satıyorlar ama hala insanlar Şehir Tiyatroları için gişeden bilet alıyor. Bu çok mantıklı bir şey. Sadece dijitale dönmedi hayatımız. Beş kişi arka arkaya gelse orada zaten dışarıda kuyrukta duruyor olacağız. 

KENT, MEYDAN, FUAYE VE ODİTORYUM

GDT: Aslında yayının başında söylemeyi unuttum. Sen kendi işte bloğunda AKM üzerine oldukça detaylı yazdın. Bizim burada vaktimizin yetmeyeceği bir sürü detayı anlattın. Dinleyicilerin mutlaka okumasını öneriyorum. Onun bir kısmını konuşabileceğiz bu akşam seninle. Mesela binanın en önemli kısımlarından biri olan, içeri girdiğimiz anda dev bir kırmızı kubbemiz var. Bu tasarımın imzası diyeceğimiz şey herhalde. Burada sen çok güzel bir soru soruyorsun. “Ne feda ediliyor?” diye. Biraz bunu açabilir misin bize.

MKÖ: Aslında tiyatro ortaya çıktığından beri, Yunan döneminden bu yana baktığınızda tiyatro seyredilen alanlarda sadece sahne seyredilmez. Seyirci kendisini de seyreder ve başka seyirciler tarafından da seyredilir. Yani o üç bir tarafından çevrilmiş antik Yunan tiyatrolarını düşün açık havada. Sonra oradan gel Shakespeare dönemindeGlobe’u düşün. Orada da yine çevrelenmiştir sahne tarafından seyirciler. Sadece sahneyi görmezler çünkü. Birbirlerini de görürler, o da bir etkileşimdir. İtalyan at nalı düzen de böyle bir şeydir. At nalı planda sahnenin güzel gözükebileceği alanlar o kadar azdır ki. Çünkü insanlar birbirlerini görür. Bir sosyalleşme alanıdır tiyatro. Önceleri hep oditoryum bu fonksiyonda olmuş. Sonradan - 1875 güzel bir tarih - Paris'te Opera Garnier, Bayreuth’ta da Wagner'in opera binası inşa ediliyor. Ve elektriğin de kullanılmasıyla artık bu seyredilme olayı oditoryumdan fuayeye geçiyor. 20. yüzyılda camın kullanılmasıyla, fuayede sadece insanlar birbirini değil kenti de seyretmeye ve kentten de seyredilmeye başlıyorlar. Şimdi bu işin abecesi. Kent, meydan, fuaye ve oditoryum. Taksim Meydanı dünyanın en ünlü meydanlarından biri. Bu bina da onu domine eden bir yerde duruyor. İster istemez fuayede durduğunuz zaman meydanı seyretmek isteyeceksiniz. Eskiden de böyleydi. Ama şimdi artık içeriden meydanı seyretmek çok zor. Dışarıdan da içeriyi görmek çok zor. Çünkü bütün o içerisini domine eden bir kırmızı küre var. Ve o da cansız bir nesne. Garip bir şey. Hani rengi kırmızı ya o da bir problem. Sadi Dire'nin seramikleri büyütülerek kürenin üzerine konduğu zaman o seramiğin üzerindeki çıkıntılar dikene dönüşmüşler. Kırmızı dikenli bir küre görüyor gibisiniz bir şekilde. İtici bir şey aynı zamanda. Çok benzer bir örnek var dünyada. 2005’te yapılmış. Kopenhag Opera Binası. Bu bina özellikle bir nehrin bir tarafında duruyor. Diğer tarafında Kraliyet Sarayı var. Önündeki meydanı ve tam da merkezindeki kral heykeliyle. Ve Henning Larsen bunun aksına yerleştiriyor tiyatro binasını. İçinde de aynı ihtimalle Murat Tabanlıoğlu'nun da bildiği ve esinlendiği bir küre şeklinde. Rengiyle, malzemesiyle çok farklı. Ama Larsen kraliyet aksına yerleştirdiği halde tutup da önünü açmıyor. Yani o sağır oditoryum cephesini seyrettirmiyor. Fuayeyi olduğu yerde bırakıyor. 

GDT: Çok güzel geçişler olan merdivenleri var hatta tam önünde. 

MKÖ: Evet, dışarıda durduğunuz zaman siluet şeklinde hareket eden bir sürü insanları görüyorsunuz. Tam cepheye yapıştırılmış döşemeler olduğu için. Bu insanlar hem limanı seyrediyorlar hem içeriyi seyrediyorlar. Aslında çok benzer bir örnekte, maalesef yeni AKM'nin ne kadar kötü olduğunu görebiliyoruz. Üst kat fuayeleri iki yandan ve sıkıştırılmış durumdalar. Ve bir de işin enteresanı, ben ekstra meraklı birisi olarak açılış haftasında bir taraftaki sergiyi gezdim. Diğer yerine gitmek istiyorum. Gidemiyorsunuz. Mesela ne bileyim şu olabilir. Hadi hiç olmadı o kürenin içinde en arkadan böyle bir koridor yapsaydı da düz ayak öbür tarafa ulaşabilseydik. O da mümkün değil. İki kat iniyorsunuz. Sonra iki kat tekrar çıkıyorsunuz. Kaldı ki bence içeriden de gidebiliyor olsaydık bile döşemelerin olmaması sorun. İçerideki o cıvıl cıvıl hayatın, o sosyalleşen hayatın kentin en cıvıl cıvıl meydanıyla bütünleşemiyor olması. Bence çok büyük bir problem. 

YOK EDİLEN TİYATRO DENEYİMİ

GDT: Küreyi ilk gördüğümde aklıma bir şey gelmişti. Bize daha ilk bina derslerinde öğretirdiniz. Sullivan’ın ‘form follows function’ [form işlevi izler] diye bir sözü vardır ya hani. Tamamen formun üzerinden kurgulanmış tasarım ama nereye işaret ettiği ya da dokunduğuyla çok ilgilenemeyen bir durum var anladığım kadarıyla. 

MKÖ: Hem öyle bir şey var ama onun da ötesinde deneyim dediğimiz şey eksik. Yani işlev işlev olmuyor ama hani deneyim de olmuyor artık. Burada bir kentsel deneyim, mekânın deneyimi ve kentle bu mekanın arasındaki deneyim ilişkisi kaybolmuş durumda. Şimdi açıkçası ben bir taraftan hani şöyle de düşünüyorum. Yeni yapılan tiyatro binalarına baktığın zaman mesela Harbiye Muhsin Ertuğrul'u yıktılar, yenisinde altına bir kongre salonu yapılması gerektiği için başka bir binanın içine soktular. Ama fuayesine baktığınız zaman daracık, dapdaracık olmayan bir fuayeye dönüştü. Fuayeler aslında sosyalleşme mekanları. İçeriye girdiğinizde tiyatroda bir sosyalleşme ama orada daha çok geleneksel, İtalyan sahnelerde karanlık bir salonda oyunu seyrediyorsunuz - oyun çok özel değilse. Esas sosyalleştiğiniz yer aslında fuayeler. Orada insanlarla karşılaşıyorsunuz. Oyun hakkında sohbet ediyorsunuz. Orası öyle de organize edilmeli. Bir köşesinde bir bar olmalı. Yiyecekler satılmalı. 45 dakika öncesinde oyunu anlatıldığı bir toplantı yapılmalı. İsteyenler gelip onu bedava dinlemeli. Almanya, tiyatronun cennetlerinden biri. Herhalde Hamlet'i ezbere konuşabilirler. Ama hala yeni bir Hamlet sahnelendiği zaman 45 dakika önce tiyatronun fuayesinde, dramaturg çıkıyor ve seyircilere o Hamlet’i nasıl yorumladıklarını anlatıyor. Alman seyircisi bilmiyor mu Hamlet’i? Biliyor, ama o kırk beş dakika önce yapılan konuşmaların hepsi de doluyordu. Yaklaşık üç ay kalma şansım oldu Almanya'da. Ve neredeyse her akşamımı bir tiyatroyla değerlendirdim ya da bir konserle. Tıklım tıklım doluyordu. İnsanlar merakla dinliyorlardı. Bu sayede oraları cıvıl cıvıl olur. Sanki insanların sosyalleşmesi istenmiyormuş gibi düşünüyorum ben. Buradan şuna da geliyorum. Yeni yapılan tiyatro binalarının fuayeleri yok gibi. Böyle de bir durum var. Çok abartılı bir yorum olabilir ama sosyalleşme istenmediği için fuayelerin küçük tutulması gibi. Burada da içerideki hareket sanki gösterilmek istenmiyor. Kırmızı, cansız bir nesneyi seyredelim isteniyor gibi geliyor. 

GDT: Son yıllarda (son on beş, yirmi yılda belki) Türkiye'de demeyeyim ama İstanbul'da tiyatronun sıkıştırıldığı yerlerde de biz o fuaye alanlarından iyice uzaklaştıkça artık buna ihtiyaç yokmuş gibi bir zihniyet oluşmaya mı başladı bilmiyorum. Çok çabuk kanıksıyoruz galiba elimizdekileri ve o yüzden de bu bize tuhaf gelmemeye başlıyor galiba. Bilmiyorum. Bir mimar olarak, uzun yıllardır da bunu deneyimlediğin için konuya çok hakimsin ve bu ihtiyacı söyleyebiliyorsun. Çok sık oyun izlediğimizde festival sonrası seni görebilmek için bile fuayenin öbür ucuna koştuğumu biliyorum. Zira çok sık göremiyoruz birbirimizi ve orası bizim sosyalleştiğimiz bir yer oluyor. Bunlar alındı elimizden. O yüzden dediğin gibi ya alışıyoruz ya da altında başka bir şey var. Sosyologların biraz incelemesi gereken bir durum belki de. 

MKÖ: Kesinlikle

GDT: Son birkaç dakikada senin özellikle söylemek istediğin bir şey yoksa ben bir şey soracağım. Benim binada en sevdiğim şeylerden, o binayı benim için var eden en önemli iki şeyden birisi de kapının önündeki bekleme/buluşma alanıydı. O alanın ağaçlarla ayrılması… Diğeri de içerideki muhteşem merdiveniydi. Bu ikisine ne oldu? 

MKÖ: Evet maalesef ikisi de çok kötü yorumlanmışlar. O kırmızı küre dışarıdan seyredilsin diye dışarısı bütünüyle taş kaplanmış. Basamaklar direkt yola çıkıyor. Dolayısıyla, bina kabak gibi her şeyiyle ortada. Yani o dediğim meydanla ilişki yukarıda zaten kurulacaktı. Ama zemin katta o ağacıyla, yeşiliyle küçük havuzuyla, heykeliyle duvarıyla bir ölçek yakalanıyordu. Aslında Taksim'in bir taraftan da hengamesinden o meydanda kurtuluyordunuz. İsterseniz iniyordunuz oradaydınız, isterseniz yukarıda meydanın bir parçasıydınız. O kaybolmuş. Döner merdivene ise çok yazık olmuş. Gerçekten onu böyle bir obje gibi ele almışlar. Onun mekan içinde bulunduğu kalitesini, bağlamını unutmuşlar. Koruyoruz, aldık ve bir yere yapıştırdık. "Bakın işte koruduk" der gibiler o konuda da maalesef. 

GDT: Konuştuklarımıza baktığımda yeni AKM insan ölçeğini hem maddi hem manevi olarak biraz kaybetmiş galiba. 

MKÖ: Evet ve müthiş de bir hacim israfı olmuş. Bir de şunu söylemek lazım. Müthiş bir israf. Onu da son olarak söylemiş olalım. 

GDT: Çok teşekkür ederim Kerem abi değerli bilgilerin için. Tekrar hatırlatmak istiyorum. Senin blogunda mutlaka makaleyi açıp okumalı eğer bu konuyla ilgilenenler varsa. Aslında Türkiye'deki ve İstanbul'daki tiyatro mekanları üzerine de uzun bir konuşma yapmak istiyordum. Belki başka bir sefere yeniden konuğum olarak seni ağırlarım. 

MKÖ: Sağ ol Gülin. Davet ettiğin için ben de çok teşekkür ederim.